26 Şubat 2012 Pazar


UTANÇ VE BEDENİN AİDİYETİ

Steve McQueen’in 2008 yılında bir başyapıt niteliğinde olan ilk uzun metrajlı filmi Hunger, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun liderlerinden Boby Sand’ın yoldaşı bir rahiple ‘bedenin kime ait olduğu’ üzerine yaptığı uzun tartışmanın yer aldığı bölüm ile sonlanıyordu. Rahip Moran, ‘bedenin tanrıya ait’ olduğunda ısrar ederken Sand ise kendisine ait olduğunu ve gerekirse bedenin bir silaha dönüşebileceğini öne sürüyordu. McQueen’in ikinci filmi ‘Shame’ ise aynı tartışmayı üç yıl sonra yeniden bambaşka bir dünyada gündeme taşımış gibi görünüyor ki yine Hunger’daki gibi Shame’de de başrolde Michael Fassbender’ı görmemiz bu tasarımın bir kompartımanı gibi duruyor. Şenay Aydemir’in söylediği gibi, sanki konuşmanın bir yerinde Boby Sand, rahibe dönerek “Peki diyelim ki burada değiliz. Bedenlerimiz tutsak değil. Kapitalizmin başkentinde New York’ta tüketimin hazzının dehlizlerinde kaybolmuş, seks bağımlısı bir adamız. O beden kime aittir?” diye sormuş da filmde yeni bir pencere açılmış gibi. 
Evet film; satın alamadığı ve karşılığını ödeyemediği hiçbir şeyden haz alamayan, manzaralı-yüksek camlı-perdesiz evinin onda sadece seksi çağrıştıran, üst düzey yöneticisi olduğu şirketteki bilgisayarı porno siteler yüzünden bloke olan, kimseyi bulamadığı zamanlarda mastürbasyon yapan ve hayatında hiçbir zaman kalıcı ilişki kuramamış ‘seks bağımlısı’ Brandon’un açtığı pencereden ilerliyor ve Brandon’un ansızın evine yerleşen kız kardeşi Sissy ile film tam anlamıyla kaotik bir yapıya bürünüyor diyebiliriz. Brandon’un iktidar ve statü gücü olmaksızın herhangi bir ilişki kurma yeteneğini yitirmiş olan günlük hayatı, bir tür ‘kaybeden’ olarak gördüğü kız kardeşinin varlığını kaldıramıyor ve utanç, sorgulama,  (kaybettikleriyle) yüzleşme Brandon için işte o zaman başlıyor. Brandon tüketim toplumunun bir parçası olabilmiş bir karakter iken, Foucault literatürüyle söyleyecek olursak içeride var olan, kız kardeşi ise dışarıda var olan bir karakteri canlandırıyor. Son kertede, iki kardeş arasındaki çatışmanın ve uyuşmazlığın eksenini “içeride” ve “dışarıda” olma durumunun oluşturduğunu görmekteyiz.
Steve McQueen’in, Hunger ve Shame’de derin Foucault okumalarıyla boğulduğunu öngörebilmekteyiz. Fakat McQueen’in bu okumalarda eksik ve muğlak bıraktığı bazı yerleri aydınlatmakta yarar var. Öncelikli olarak, Hunger ve Shame arasında bir davam niteliği taşıyan geçişin olduğunu, Hunger’ın bittiği yerden Shame’in başladığını tahayyül ederek düşünebiliriz.
Foucault episteme meselesinden yola çıkarak tarihi kronolojik olarak üç aşamada inceler: Orta Çağ / Rönesans Dönem, Klasik Dönem ve Modern Dönem…
Rönesans Dönemi Anoloji, Klasik Dönemi Temsil Epistemesi, Modern Dönemi ise Antropoloji ile çözümlemeye çalışan Foucault, bir tarihsel dönemden bir başka tarihsel döneme geçişte “şeylerin” artık aynı tarzda algılanmaması, betimlenmemesi, ifade edilmemesi, sınıflandırılmaması ve bilinmemesi gerektiğini “süreksizlik” kavramıyla açıklar. Buradan yola çıkarsak bilimler, bilgi kuramsal biçimler ve söylemsel pratikler arasındaki ilişkilerin toplamı olan epistemenin de bir süreksizlik arz ettiğin vurgulayan Foucault, bedenin de iktidar teknolojileri doğrultusunda her dönemde farklı şekillerde denetim ve tahakküm alına alındığını belirtir. Örneğin; Klasik Dönem boyunca beden, iktidarın nesnesi ve hedefi olarak manipüle edilen, biçimlendirilen, terbiye edilen bir yapıda kapatma kurumlarına eklemlenirken Modern Dönem’de ise beden kabaca, kitle olarak ele alınmaktan ziyade ayrıntıda işlenen, onun üzerinde ince baskılar uygulanan, mekanik düzeyde hareketler, jestler ve tavırlar düzleminde zapt edilen bir görünüme bürünmüştür. İşte McQueen de bedeni ele alırken veya beden kime ait tartışmasını yaparken, Hunger’da olduğu gibi en temel kapatma kurumlarından biri olan hapishanedeki cezalandırma ve itiraf ettirme aracı olarak bedene uygulanan şiddeti betimliyor, ( yani Klasik Dönem) Shame’de ise kapitalizmdeki tüketim ve arzu nesnesi haline gelen bir bedeni imgeleştiriyor ( yani Modern Dönem).
Ayrıca şunu da belirtmekte yarar var: Hunger filmiyle bedene yönelen ceza Shame filmiyle ruha yönelmiştir. Dolayısıyla bu iki film arasındaki geçiş, bedenin Klasik Dönemden, Modern Döneme uzanan yolculuğudur.
Son kertede, iki film arasındaki Foucault’cu süreksizliğin McQueen tarafından iyi tahlil edildiğini söylesek de modernizmin beden üstündeki denetimi ve tahakkümü, McQueen’in yaptığı gibi ne salt olarak kapitalizmin satın alınabildiği ölçüde var eden büyülü tüketim ve arzu toplumuyla ne de psikanalizin ana temaları olan ve insana dair bütün bilgilerin koşullarını biçimlendiren ölüm, arzu ve yasa üçgeniyle karakterize edilebilinir. Özetle ve kabaca söylemek gerekirse Foucault’ ya göre beden, ona doğal ve özsel bir cinsiyet fikri yükleyen söylemsel pratikler olmadan cinsiyetli bir varlık değildir ve beden, söylem içinde ve iktidar ilişkileri bağlamında cinsiyetli bir varlık olma anlamını kazanmaktadır. Bu minvalden yola çıkacak olursak, beden üstündeki denetim ve tahakkümün yanı sıra bedenin cinsiyetli olma durumunun sistematiği, mikro-iktidar analizlerinden kapatma kurumlarına kadar uzun bir yelpazenin ürünüdür ki zaten cinsellik bilgi ve iktidarın işleyiş biçimidir.
Foucault bio-iktidar aracılığıyla kısıtlanan, baskılanan, denetim ve tahakküm altına alınan cinsel davranışlardan; modernizmin tanımladığı cinsiyet alanlarının dördünün incelenmeye değer olduğunu düşünür: Histerik kadın, mastürbasyon yapan çocuk, Malthusçu çift ve sapkın yetişkin….
Brandon, bu dört alandan kuşkusuz ki seks düşkünü ve hayatın her anında seksi kurgulayan bir sapkın yetişkini sembolize ediyor. Fakat şunu göz ardı etmemek gerekir ki Foucault’a göre: “Modern toplumların özgüllüğü, cinselliği gölgede kalmaya zorlamaları değil, onu tek, biricik giz olarak öne çıkarmak yoluyla, kendilerini sürekli cinsellikten söz etmeye zorlamalarıdır.” Çünkü modernizmde, cinsellik üzerindeki kısıtlamalar salt olarak söylemsel pratikler üzerinde kalmaz ve cinsel davranışlar üzerinde daimi bir denetim uygulanır. Örneğin; cinsellik ebeveynlerin yatak odalarına hapsedilir, cinsellik belirli kurallarla zaman ve mekansal denetime tabi tutulur, evliliğin yükümlülüğü haline getirilir. Brandon da seksi; tüm saldırganlığıyla, manzaraları perdesiz evinin camlarına ve sokak köşelerine taşıyarak modernizme ve onun kısıtladığı cinsel davranışlara meydan okurcasına yaşamaktadır. Bu perspektiften bakarsanız Brandon’un tüketim ve arzu toplumunun bir parçası olduğunu gözden kaçırabilir ve kendinizi statükocu bir konuma sokabilirsiniz. Zaten Foucault bile Sartre tarafından sistemi ifşa eden pasif duruşuyla sistem yanlısı ilan edilmiyor muydu?
Eğer bedeni cinsiyetli yapan şey onu denetimi ve tahakkümü altın alan iktidar/ iktidar teknolojileri ve bilgi ise kapitalizmdeki en temel iktidar tekniği kuşkusuz ki onun arzu ve tüketim nesnesi haline dönüştürülmesidir. Fakat bu kestirmeci analiz bir anlamda mikro- iktidar tekniklerini, disiplinel toplumu ve kapatma kurumlarını gözden kaçırmak manasını taşımaktadır ki McQueen’in filmi de bu anlamıyla indirgemeci bir anlayışa da hapsolmuştur diyebiliriz. Çünkü beden kime aittir sorunsalı hiçbir tarihsel zaman diliminde ve mekanda kestirmeci bir cevaba olanak tanımamaktadır.
Not: Brandon’un metroda karşısında oturan bir evsizden gözlerini, adeta bir korku ve telaşla hızla kaçırarak evli ve mini etekli bir kadına yönelttiği sahne, bir anlamda gerçekliğe kapanan gözlerin arzu ve fanteziye açılışını betimliyordu.  Tıpkı insani ve vicdani değerlerden gözünü kaçırarak yok sayanların / yokmuş gibi davrananların kendi ucuz ve basit dünyalarına yöneldikleri gibi…

Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr

İYİ OLANIN TARİFİ


Badiou ünlü eseri Etik’te temel bir postulat öne sürüyor: Bugünün politik / sistem karşıtı hareketlerinin öncelikle kötünün ne olduğunu tanımladıklarını; iyininse ancak kötüden hareketle tarif edildiğini ifade ediyor. Dolayısıyla Badiou için öncelikli devinimin, yani “priori ” olanın, iyi olanın tarifi ve bu tarif üzerinden politik duruşun hatta “praksis” in gerçekleştirilmesidir. Badiou bu önermesi ile temel bazı dikatomileri de tahayyül etmemize olanak sağlıyor. Özellikle Foucault’ nun “deli- akıllı”, “hasta- sağlıklı”, “tembel- çalışkan”, “yoksul-zengin” gibi dikatomilerini ele aldığımızda,  iktidar teknikleri aracılığıyla daima öncelikli olarak “anormal- normal” çatısı altında birincilerin tecrit edildiğini görmekteyiz. Kuşkusuz ki iktidar, ikinci olguların korunmasını birincilerin tarifi üzerinden gerçekleştirir. Bu doğrultuda “iktidar ve direnç” olgularını da temel bir dikatomi olarak düşünürsek; toplumsal muhalif hareketler özellikle Marxistler özelinde daima iktidarın / kapitalizmin ne olduğu tanımlanır, daha sonra buradan yola çıkarak alternatifin / direncin ne olması gerektiği tariflendirilir. Nitekim Marxistler resmen açık bir tuzağa düşüp iktidar tarafından kıskaç altına alınırlar diyebilirim. Çünkü Sanem Güvenç ve Sibel Yardımcı’ nın dediği gibi her iki durumda da ilk tanımlanan, hareketi başlatan, yani direnişi önceleyen iktidardır. Daha açık bir ifadeyle, genel kanıya göre her zaman iktidarın kurallarını koyduğu düşünülen bir düzlem var önümüzde…
 Son kertede, “iktidar-direnç” ikiliğinde direnci belirleyen, daima iktidar olmuştur. Çünkü direnç grupları tekrardan belirtmek gerekirse özellikle Marxistler özelinde toplumsal muhalefetini; kötünün yani iktidarın, yani kapitalizmin ne olduğu üzerinden yola çıkarak ortaya koyar. Bu da kapitalizmin yahut iktidarın karakterize ettiği bir “direnç” den başka bir anlam ifade etmemektedir.
Foucault iktidar- direnç meselesini şu sözlerle açıklığa kavuşturuyor: “İktidar ilişkileri kaçınılmaz olarak direnişe yol açar, her an direniş çağrısı yapar, direnişe imkân tanır ve direniş imkânı olduğu için, tahakküm uygulayanın iktidarı çok daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalışır.” Foucault da bana hak verircesine iki önermenin altını kalınca çiziyor. Birincisi, iktidar zaten direnç yaratır ve direnişe imkân tanır, ikincisi ise iktidarın çok daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalıştığıdır. Marxistlerin iktidarın bu kıskacında sıkışmalarının şüphesiz ki birçok sebebi var; ancak kanımca Foucault şu iki postulatıyla bunu çok daha net özetliyor: A. Muhalifliğe, bir ideoloji vermek ne derece anlamlıdır ki ben muhalifliğe araçlar yüklenmesini gerekli bulmuyorum B. İktidar ne herhangi bir sınıfın, bir grubun, bir odağın tekelindedir ne de kaynağı tek bir noktadan yayılır.
Kötünün ne olduğunun betimlenmesi üzerine buradan hareketle iyi olanın tarifinin ve iktidardan bağımsız bir direnç uygulamasının tarihsel önemimin kuşkusuz bir başka boyutu daha var. O da tarihin hangi taraftan ilerlediği sorusudur. Marx Felsefenin Sefaleti’nde “tarih kötü taraftan ilerler ” demişti. Nitekim tarih, Marx’ ın dediği gibi adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün ikna gücüyle değil;  krizlerin, savaşların, sınıf çatışmalarının ekseninde ilerliyor. Kuşkusuz ki bu tartışma Hegel’den Marx’ a, Marx’dan Balibar’ a, Balibar’dan Benjamin’ e kadar uzanan tarihsel ilerlemecilik tartışması. Ayrıca bu tartışma ancak başka bir yazıda ayrıntılı bir biçimde ele alınabilinir. Yine de küçük bir parantez açmak gerekirse Marx’ın bu sözlerini Hegel’in “ tarihi gelişmenin rasyoneli ağır basacak ve kötüden iyi doğacak” önermesine ilişkin verdiği bir cevap niteliğindeydi.
Montesquieu sanki bu tartışmaya yıllar öncesinde metafiziksel minvalli bazı önermeleriyle katkıda bulunmuş. Montesquieu cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç hükümet tipolojisi yaratır. Birincisi, cumhuriyet ya da demokrasi: halk kütlesi veya aristokrasi veya oligarşi en üst erki elinde tuttuğu zaman. İkincisi, monarşi: prens belli temel yasalarla uyum içinde yönettiği zaman. Üçüncüsü, despotik: devlette böyle temel yasalar veya yasa koyucular ve yasa koruyucular olmadığı zaman. Cumhuriyetçi hükümetin ilkesi yurttaşlık erdemidir; monarşik hükümetin ki onur ve despotizmin ki ise korkudur. Montesquieu,  hakkın, eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün geçerli olmadığı despotik devlet tarifinde hükümdarın yani fiziksel dünyanın mutlak gücünün sınırlayıcısını din olarak belirlemektedir. Despotik devlette kurallara ve yasalara bağlı olmayan yönetim vardır. İşte tam bu noktada Montesquieu dine Merton’cu analizle söylemek gerekirse açık ve kapalı işlev tadında bir fonksiyonellik kazandırmaktadır. Yani din, kanunların bittiği veya eksik kaldığı yerde başlar diyor Montesquieu.  Ona göre ancak din kuralları değişmez, çünkü amacı tek ve değişmez bir mükemmelliğe, "en iyi" ye yöneliktir; oysa kanunların amacı, gerçekleşmesi mümkün türlü 'iyi" lere yöneliktir. Dolayısıyla Montesquieu, akıl insanları iyi olmaya zorlar ve o akıl Tanrı’yı da iyi yaratır demektedir. Fakat Montesquieu’nun unuttuğu bir durum var Max’ın dediği gibi “tarih asla iyi taraftan ilerlemez, kötü taraftan ilerler”.
Walter Benjamin ise; Hegel ve Marx’ ı her şeyi kötülüğün üzerine inşa etmekle suçluyor ve “ tarih kötü taraftan ilerlemez, tarihin kötü tarafı ilerler ” diyor. Tarihin kötü tarafı ilerliyorsa Tanrı’nın da kötü tarafı ilerliyor demektir.
Marxistlerin temel yanılgısı olan “iyi” nin kötüden hareketle tarifi meselesi, gösteriyor ki tarihin hangi tarafı ilerliyor, tartışmalarının bir tezahürü olarak gerçekleşmektedir. Evet, Benjamin’ in dediği gibi “ tarihin kötü tarafı ilerler” fakat bu demek değildir ki “kötü” den bağımsız bir “iyi” nin tarifi yapılamasın.

Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr