15 Nisan 2012 Pazar


SİYASAL TOPLUM SİVİL TOPLUM İÇİNDE ERİRSE...

              Doğu Bloğu’nun iflasından sonra, bir büyük savaştan da zaferle ayrılarak kendini tarihin galibi ilan eden pazar ekonomisi ve onun öğretileri sivil toplumu da kendi kapitalist üretim ilişkileri ile uyumlu hale getirerek yeniden yapılandırmıştır. Reel sosyalizmin bu çöküşü sonrası küreselleşme ve neo-liberal politikalar odağında dünya siyaset sahnesi, serbest piyasa fetişizminin saldırısına maruz kalmış ve bu saldırılardan sonra yıkıma uğrayan ise referans noktalarından mahrum kalan adalet, eşitlik, dürüstlük gibi kavramlar olmuştur. Bu kavramların artık siyaset sahnesinden uzaklaşmasıyla birlikte liberal demokrasiler sivil toplum olgusunu bu değerlerden yoksun bir şekilde yeniden üretime tabi tutmuş ve bu süreçte liberalizm ve onun saldırılarını maskeleyen ise bireysel özgürlük, katılımcı-temsili demokrasi, çok kültürcülük ve (global) sivil toplum gibi kavramlar olmuştur.
              Kuşkusuz ki kapitalizm ürettiği bazı doğmaları normalleştirerek ve eleştiriye tabi tutmayarak topluma sunmaktadır. Nuray Mert’in Wall Street Journal’ dan aktardığı gibi: “Ortaçağ’da kilise, geçtiğimiz iki yüzyılda kilise neyse bugün şirket o.”  Kapitalizmin dogmatizmden kast ettiğim de tam olarak Orta Çağ’ın skolâstik düşünce yapısından ayrılmazlığıdır. Reel sosyalizm sonrası dünyadaki siyasal ve bilimsel literatürde ve kamusal alanda yeniden canlanan, sıkça dillendirilen sivil toplum kavramı da bu doğmaların bir ürünü olarak düşünülmelidir.
              Doğu Bloğu’nun çöküşü sivil toplum kavramını yeniden canlandırma, tartışılma ve anlamlandırma ihtiyacını doğurmuştur. Sivil toplum kavramının yeniden üretilmesinde Fuat Keyman refah devletinin krizi, post modernizasyon süreci, küreselleşme odağındaki neo-liberal politikalar ve Batı’daki “üçüncü yol” olarak bilinen siyasal akım ekseninde dört öğenin altını çiziyor. Bu ve benzeri aktörlerin yanında göz ardı edilmemesi gereken ise; sosyo-ekonomik kalkınma, sosyal eşitlik-adalet, temel hak ve özgürlükler alanındaki sorunları çözmede refah devletinin yetersiz kalışı, liberal demokrasilerin sivil topluma sarılmasını ve sivil toplumu yeniden diriltmesini gerekli kılmıştır. Bu doğrultuda sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları refah devletinin misyonunu üstlenen ve onun alanını daraltan ( alanına nüfuz eden) devlet dışı organizasyonlar olarak reel sosyalizm sonrası tarihteki yerini güçlendirmiştir. Son tahlilde de sivil toplum olgusu adeta liberalizmin sığındığı bir liman olarak refah devletinin kalkınma aracı haline gelmiştir. Çünkü sivil toplum ağı denilen mefhum refah devletinin ve liberalizmin çıkar ve amaçlarını idealize eden temel öğelerden biridir. Bu doğrultuda özellikle reel sosyalizmin ardından sivil toplum kavramının liberalizme işlevsel bir nitelik kattığını söylemek yerinde bir tespit olur kanımca.
              Sosyo- ekonomik ilişki kalıplarına, temel hak ve özgürlüklere müdahil olamayan sivil toplum anlayışından kapitalizmi güçlendiren ve liberalizmle uyumlu bir sivil toplum olgusunun ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü siyasal eylemlerinin meşruiyeti için sivil toplumun onayına ihtiyaç duyan devlet, sivil toplumun alanını ve eylemlerini belirler ve aralarında çatışmanın değil uzlaşının gerekliliği ortaya çıkar.
              Güçlenen neo-liberal ve emperyalist politikalar, iktidarların sivil toplumun taleplerini dikkate almasını engellemektedir. Böylece toplumun taleplerinin, özellikle sivil toplumun isteklerinin siyaset sahnesine ve sosyo-ekonomik alana taşınmaması, siyaset üzerinde belirleyicilik oluşturamaması Alev Erkilet’e göre sivil toplumun kapitalist dünya sistemi açısından en önemli işlevinin depolitizasyon olduğunun göstergesidir. Çünkü reel sosyalizm sonrası örgütlü siyaset, kitle grevleri, sözleşme gibi etkili baskı mekanizmaları tarih sahnesinden yok olma ile yüz yüze gelmiştir. Bu baskı araçlarından uzak bir sivil toplum ağı ise hiç kuşkusuz ki apolitik yapıda olacaktır. Çünkü Doğu Bloğu’ nun yıkılışından sonra oluşan tek kutuplu dünyada temel hak ve özgürlüklere, sosyal eşitlik ve adalete, insan haklarına yönelen sosyo-ekonomik ve sınıfsal sivil toplum istekleri yer almamaktadır.
              Liberalizmle yapılandırılan sivil toplum; bir anlamda kitleleri özgürce konuşan, seslerini yükselten hatta ve hatta örgütlenen bir sistematiğe oturtmaya çalışmaktadır. Fakat burada amaç, sivil toplumu yönlendirilebilen bir yapıya büründürmek ve kitlelerin gazını almaktır. Bunun oluşması için de Coser’ın emniyet sübapları kuramındaki gibi kitlenin nefret dalgalarının, yani çatışma alanlarının sistemi tahrip etmeden gazının alınarak/ boşaltılarak dışarı atılması gerekir. Dolayısıyla liberal demokrasiler kitlenin gazını/enerjisini sivil toplum dediği mefhum aracılığıyla alır ve bir anlamda sivil toplum sistemde yıkıcılığı frenleyerek bir kez daha kapitalizmin işlevsellik aracı haline gelir. Coser’ı diğer çatışmacılardan ayıran da işte bu çatışmanın işlevselliği meselesine odaklanmasıdır.
              Reel sosyalizm sonrası sivil toplumun bir diğer misyonu da bireyleri ve grupları özgürleştirmek değil adeta burjuva demokrasilerini güçlendirmek olmuştur. Küreselleşme, modern dünya, bilgi çağı, bireysel özgürlükler, sivillik, çok kültürcülük gibi kulağa hoş gelen kavramlar Batı’nın şekillendirdiği “ dünyalı, çağdaş, medeni” gibi sınıflandırmalar için birer kriter olarak gelişirken bu “dünyalılık” halinden temel hak ve özgürlüklerin, emeğin, üretenlerin, yoksulların nasibini almadığını görmekteyiz. Modernizmden ve sivil toplumdan ( sivillilikten)  payını alan daimi burjuvazi olmuştur. Ayrıca burada karşımıza çıkan tabloda sivil toplumun refah devlet modelinde, kendisini pazar ekonomisine ve kapitalist üretim ilişkilerine karşı konumlandırmadığını da görmekteyiz. Sivil toplum piyasa ekonomisini dönüştüremeyeceğine hatta böyle bir gayede olmadığına göre ve özellikle siyasal iktidarlara bir baskı \ çıkar grubu olarak var olamadığına göre ancak metalaşan sosyal hakların savunucusu halini alabilir. Bu noktada sivil toplum “özgürleştirici bir yapıda mı yoksa uyumlaştırıcı bir yapı da mı” sorusunun cevabı Sovyetler Birliği sonrası elbette ki uyumlaştırıcı sivil toplum olacaktır. Modern kapitalizmin biçimlendirdiği kavramlardan biri olan sivil toplumu siyasal toplumdan tamamen ayırmak; sosyo- ekonomik ilişkilere, temsiliyet anlayışına, sosyal haklara baskı \ çıkar grupları olarak müdahale edememekle eş değerdedir. Nitekim kapitalizmin temel gayesi siyasal toplumun sivil toplum içinde eritilmesidir. Bu durum Baudrillard’ın “toplumsallığın kitle içinde eritilmesi” postulatına benzemektedir. Baudrillard da toplumsallığın buharlaştığını ve yerine sessiz yığınlar dediği kitle kavramının geldiğini söylemektedir. Baudrillard’ın bu çıkış noktasının en anlamlı tezahürünü de sistemin toplumsallaşamayan kesimler olarak algıladığı nüfusu toplum hatta sivil toplum olarak adlandırma gayretine girmesidir. Günümüzün adı sivil toplum kuruluşları olan örgütlenmelerine baktığımızda sistemin daima dışında kalmış, yani sistem tarafından toplumsallaşamayanlar olarak adlandırılan engelliler, yaşlılar, eş cinseller, yoksullar, çalışan ve eğitim öğretimin dışında kalan çocuklar vb. kesimlerini görürüz ki bu kesimler toplum / sivil toplum potasında eritilmek istenmektedir. Yani sivil toplum, dışarıdakini içeriye dâhil etme, Baudrillard’dan yola çıkarsak kitleleştirme aracıdır.

              Emre Özcan
              eozcan@baskent.edu.tr