SİYASAL TOPLUM SİVİL TOPLUM İÇİNDE ERİRSE...
Doğu Bloğu’nun iflasından sonra, bir büyük savaştan da
zaferle ayrılarak kendini tarihin galibi ilan eden pazar ekonomisi ve onun
öğretileri sivil toplumu da kendi kapitalist üretim ilişkileri ile uyumlu hale
getirerek yeniden yapılandırmıştır. Reel sosyalizmin bu çöküşü sonrası
küreselleşme ve neo-liberal politikalar odağında dünya siyaset sahnesi, serbest
piyasa fetişizminin saldırısına maruz kalmış ve bu saldırılardan sonra yıkıma
uğrayan ise referans noktalarından mahrum kalan adalet, eşitlik, dürüstlük gibi
kavramlar olmuştur. Bu kavramların artık siyaset sahnesinden uzaklaşmasıyla
birlikte liberal demokrasiler sivil toplum olgusunu bu değerlerden yoksun bir
şekilde yeniden üretime tabi tutmuş ve bu süreçte liberalizm ve onun
saldırılarını maskeleyen ise bireysel özgürlük, katılımcı-temsili demokrasi,
çok kültürcülük ve (global) sivil toplum gibi kavramlar olmuştur.

Doğu Bloğu’nun çöküşü sivil toplum kavramını yeniden
canlandırma, tartışılma ve anlamlandırma ihtiyacını doğurmuştur. Sivil toplum
kavramının yeniden üretilmesinde Fuat Keyman refah devletinin krizi, post
modernizasyon süreci, küreselleşme odağındaki neo-liberal politikalar ve
Batı’daki “üçüncü yol” olarak bilinen siyasal akım ekseninde dört öğenin altını
çiziyor. Bu ve benzeri aktörlerin yanında göz ardı edilmemesi gereken ise;
sosyo-ekonomik kalkınma, sosyal eşitlik-adalet, temel hak ve özgürlükler
alanındaki sorunları çözmede refah devletinin yetersiz kalışı, liberal
demokrasilerin sivil topluma sarılmasını ve sivil toplumu yeniden diriltmesini
gerekli kılmıştır. Bu doğrultuda sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları refah
devletinin misyonunu üstlenen ve onun alanını daraltan ( alanına nüfuz eden)
devlet dışı organizasyonlar olarak reel sosyalizm sonrası tarihteki yerini
güçlendirmiştir. Son tahlilde de sivil toplum olgusu adeta liberalizmin
sığındığı bir liman olarak refah devletinin kalkınma aracı haline gelmiştir.
Çünkü sivil toplum ağı denilen mefhum refah devletinin ve
liberalizmin çıkar ve amaçlarını idealize eden temel öğelerden biridir. Bu doğrultuda özellikle reel
sosyalizmin ardından sivil toplum kavramının liberalizme işlevsel bir nitelik
kattığını söylemek yerinde bir tespit olur kanımca.
Sosyo-
ekonomik ilişki kalıplarına, temel hak ve özgürlüklere müdahil olamayan sivil
toplum anlayışından kapitalizmi güçlendiren ve liberalizmle uyumlu bir sivil
toplum olgusunun ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü siyasal eylemlerinin meşruiyeti için sivil toplumun
onayına ihtiyaç duyan devlet, sivil toplumun alanını ve eylemlerini belirler ve
aralarında çatışmanın değil uzlaşının gerekliliği ortaya çıkar.
Güçlenen
neo-liberal ve emperyalist politikalar, iktidarların sivil toplumun taleplerini
dikkate almasını engellemektedir. Böylece toplumun taleplerinin, özellikle
sivil toplumun isteklerinin siyaset sahnesine ve sosyo-ekonomik alana
taşınmaması, siyaset üzerinde belirleyicilik oluşturamaması Alev Erkilet’e göre
sivil toplumun kapitalist dünya sistemi açısından en önemli işlevinin
depolitizasyon olduğunun göstergesidir. Çünkü reel sosyalizm sonrası
örgütlü siyaset, kitle grevleri, sözleşme gibi etkili baskı mekanizmaları tarih
sahnesinden yok olma ile yüz yüze gelmiştir. Bu baskı araçlarından uzak bir
sivil toplum ağı ise hiç kuşkusuz ki apolitik yapıda olacaktır. Çünkü Doğu
Bloğu’ nun yıkılışından sonra oluşan tek kutuplu dünyada temel hak ve
özgürlüklere, sosyal eşitlik ve adalete, insan haklarına yönelen sosyo-ekonomik
ve sınıfsal sivil toplum istekleri yer almamaktadır.
Liberalizmle yapılandırılan sivil toplum; bir anlamda
kitleleri özgürce konuşan, seslerini yükselten hatta ve hatta örgütlenen bir
sistematiğe oturtmaya çalışmaktadır. Fakat burada amaç, sivil toplumu
yönlendirilebilen bir yapıya büründürmek ve kitlelerin gazını almaktır. Bunun
oluşması için de Coser’ın emniyet sübapları kuramındaki gibi kitlenin nefret dalgalarının, yani
çatışma alanlarının sistemi tahrip etmeden gazının alınarak/ boşaltılarak
dışarı atılması gerekir. Dolayısıyla liberal demokrasiler kitlenin
gazını/enerjisini sivil toplum dediği mefhum aracılığıyla alır ve bir anlamda
sivil toplum sistemde yıkıcılığı frenleyerek bir kez daha kapitalizmin
işlevsellik aracı haline gelir. Coser’ı diğer çatışmacılardan ayıran da
işte bu çatışmanın işlevselliği meselesine odaklanmasıdır.
Reel sosyalizm sonrası sivil toplumun bir diğer misyonu da
bireyleri ve grupları özgürleştirmek değil adeta burjuva demokrasilerini
güçlendirmek olmuştur. Küreselleşme, modern
dünya, bilgi çağı, bireysel özgürlükler, sivillik, çok kültürcülük gibi kulağa
hoş gelen kavramlar Batı’nın şekillendirdiği “ dünyalı, çağdaş, medeni” gibi
sınıflandırmalar için birer kriter olarak gelişirken bu “dünyalılık” halinden
temel hak ve özgürlüklerin, emeğin, üretenlerin, yoksulların nasibini
almadığını görmekteyiz. Modernizmden ve sivil toplumdan ( sivillilikten) payını alan daimi burjuvazi olmuştur. Ayrıca
burada karşımıza çıkan tabloda sivil toplumun refah devlet modelinde, kendisini
pazar ekonomisine ve kapitalist üretim ilişkilerine karşı konumlandırmadığını
da görmekteyiz. Sivil toplum piyasa ekonomisini dönüştüremeyeceğine hatta böyle
bir gayede olmadığına göre ve özellikle siyasal iktidarlara bir baskı \ çıkar
grubu olarak var olamadığına göre ancak metalaşan sosyal hakların savunucusu
halini alabilir. Bu noktada sivil toplum “özgürleştirici bir yapıda mı yoksa
uyumlaştırıcı bir yapı da mı” sorusunun cevabı Sovyetler Birliği sonrası
elbette ki uyumlaştırıcı sivil toplum olacaktır. Modern kapitalizmin
biçimlendirdiği kavramlardan biri olan sivil toplumu siyasal toplumdan tamamen
ayırmak; sosyo- ekonomik ilişkilere, temsiliyet anlayışına, sosyal haklara
baskı \ çıkar grupları olarak müdahale edememekle eş değerdedir. Nitekim
kapitalizmin temel gayesi siyasal toplumun sivil toplum içinde eritilmesidir.
Bu durum Baudrillard’ın “toplumsallığın kitle içinde eritilmesi” postulatına
benzemektedir. Baudrillard da toplumsallığın buharlaştığını ve yerine sessiz
yığınlar dediği kitle kavramının geldiğini söylemektedir. Baudrillard’ın
bu çıkış noktasının en anlamlı tezahürünü de sistemin toplumsallaşamayan
kesimler olarak algıladığı nüfusu toplum hatta sivil toplum olarak adlandırma
gayretine girmesidir. Günümüzün adı sivil toplum kuruluşları olan
örgütlenmelerine baktığımızda sistemin daima dışında kalmış, yani sistem
tarafından toplumsallaşamayanlar olarak adlandırılan engelliler, yaşlılar, eş
cinseller, yoksullar, çalışan ve eğitim öğretimin dışında kalan çocuklar vb.
kesimlerini görürüz ki bu kesimler toplum / sivil toplum potasında eritilmek
istenmektedir. Yani sivil toplum, dışarıdakini içeriye dâhil etme,
Baudrillard’dan yola çıkarsak kitleleştirme aracıdır.
Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder