GÖZETİM, KAPATMA KURUMLARI VE
SINIRLAR
Bauman, baştan çıkarılmaya uygun olmadıklarını
kanıtlamış olanların bekleyebilecekleri tek şeyin, bastırma olduğunu
belirtiyor. Bauman’ın Kierkegaard’dan ve Baudrillard’dan esinlenerek kullandığı
baştan çıkarılmaya uygun olmayanlar, yani sınırların dışında kalanlar, yani
ayartılamayanlar, Foucault terminolojisiyle söyleyecek olursak dışarıda
kalanlar…
Pastoral döneme ait gözetim pratiklerinin temelinde;
birinci olarak, yazının aracılık ettiği bilginin sistematikleştirilmesi ve
kayıt sistemiyle nüfusun devlet denetimi altına girmesini, ikinci olarak ise
ordu devlet işleyişinin getirdiği askeri kamp gibi yapılandırılan
gözlemevlerini görmekteyiz. Aslında asıl gözetim pratiklerinin ortaya çıkışını
feodalizm sonrası kapitalizme geçişle birlikte ortaya çıkan kapatma
kurumlarıyla düşünmek gerekiyor. Modern dönem öncesine ait gözetim
tekniklerinin neler olduğunun hala muğlâk ve bilenemez olduğunu söyleyebilirim.
Uğur Dolgun’un dediği gibi Batı’daki kapatılma pratikleri, gözetimin modern
anlamda kurumsallaşması açısından ilk evreyi oluşturur. Ayrıca şunu da
eklemekte yarar var: Gözetim mefhumu, klasik ve modern dönemde kapatma
kurumlarıyla özdeşleşirken post-modern dönemde ise tüketim toplumuyla birlikte
ele alınmaktadır.
Feodalizm, bugün sadece tarihsel dönüşüm süreçlerinden
biri olarak düşünülmektedir. Oysaki Marx’ın da dikkati çektiği gibi kapitalizmin
ve modern toplumun çözümlemelerini ancak feodal yapıyı irdeleyerek yapabiliriz.
Kapatma kurumlarının analizi için de kuşkusuz başlangıç noktası olarak feodalizmi
seçmek gerekir. Feodalitenin çözülmesiyle kırsal alanda ikamet
eden hareketsiz nüfus burjuva sınıfının ortaya çıkmasına paralel olarak oluşan
kentlere bir anda göç etmeye başlamıştır. Orhan Tekelioğlu’nun belirttiği gibi
daha önceden derebeyine çalışan nüfus; kentlerde işsiz, evsiz ve yoksul olarak
kalakalmıştır. Bu doğrultuda bu nüfusa yönelik kiliselerin metafiziksel eksenli
yardımı ile orta sınıfların seküler hayırseverlik anlayışı ortaya çıkmış ve hayırsever
anlayıştaki bu iki yapılanma kentin yapısını bozan bu nüfusu barındırmada
yetersiz kalmıştır. Oysaki kentlerde kaosa ve yasa dışılığa yol açan bu kitle, denetim ve gözetim altına alınmak zorundaydı.
Dolayısıyla yaşam tarzını ve entelektüel dünya görüşünü hakim kılma adına
burjuva sınıfı çözümü kendi sınırlarının dışında kalan bu kitleyi bir kurum
çatışında kapatmakta bulmuştu ki bu kurum L'Hôpital
Général ( Genel Hastane) idi. Bu
kurumda, burjuva sınıfı için sakıncalı ve zararlı görülen, yani sınırlarının
dışında kalan bireyler gözetim ve denetim altında tutulmaktaydı,
hapsedilmekteydi. Foucault, bu kurumdaki bireylerin temelde bedensel veya başka
özürleri nedeniyle çalışamayan nüfustan oluştuğunun altını çizse de kurumda
evsizler, deliler, hastalar, yoksullar, dilenciler, aylaklar, bohemler ve
eşcinseller gibi burjuva sınıfına göre farklı özellikler taşıyan,
dolayısıyla onların yaşam sınırlarının içinde kalamayanların hapsedildiğini
belirtmekteydi. Kanımca modern anlamda gözetim ve denetim tekniklerinin vücut
bulduğu ilk alan, ilk kapatma kurumu olarak belirlenen L'Hôpital Général (
Genel Hastane) ile başlamıştır. Bu da demek oluyor ki devletin; nüfusunu
tanıma, onlara ilişkin verileri kurgulama, onları gözleme ve denetleme,
dolayısıyla dışarıdakini içeriye dâhil etme, kendi sınırlarını çizme, toplumu
homojenleştirme projeleri modern anlamda ilk kez kapatma kurumlarının
kurumsallaştığı kapitalizme geçiş dönemine denk düşmektedir. Fransız
Devrimi’nden sonra ise kurumsal ayrımlar başladı ve deliler tımarhaneye,
suçlular hapishaneye vb. kapatılmaya başladı. Böylece, gözetim altında tutma,
hizaya sokma, baskı ve denetim modernizmin çocukluk aşamasında emeğin-emek
gücünün denetimi ile fabrikalarda ivme kazandı ve hastanelerden, hapishanelere,
hapishanelerden eğitim kurumlarına ve elbette ki toplumsal yaşamanın her
anına/her alanına kadar geniş bir yelpazeye uzandı. Artık Revel’in söylediği
şekliyle; bireylerin zaman, mekân ve hareketin sistematik bir bölgesel düzenine
göre uygulanan ve özellikle tutumları, davranışları, bedenleri kuşatan belirli
bir sayıdaki zorlama tekniklerden oluşan disiplinci iktidar modeli / disiplinel
toplum yerini modern manada gözetim toplumuna bırakmıştı. Dolayısıyla bedene
yönelik baskı, cezalandırma ve denetim artık ruha yönelmeye başlamıştı.
Modernizmin en temel özelliği kendisine ait bir
ötekiyi yaratıyor olmasıdır. Çünkü modernleşme, ontolojik kökenini “öteki” ye
borçludur. Doğal olarak devlet mefhumu da aynı amacı gütmektedir. Nitekim
her devlet modeli, (buna her toplum modeli de diyebiliriz) boyunduruğu
altındaki nüfusun bazı kesimlerinin dışlanmasıyla, kısıtlanmasıyla işlev görür.
Devletin toplumsallaşamayanlar olarak adlandırdığı kesim daima gözetim ve
denetim nesnesi olarak, toplumsallaşanlar özellikle orta ve burjuva sınıf ise
koruma nesnesi olarak görülmektedir. Sınırlar meselesinin de, gözetim ve
denetimin de kapatılmanın da temeli işte bu cümlede yatmaktadır. Çünkü
devlet denen aygıt normalleştirme ve düzeltme ( düzen getirme) temellerine oturur.
İşte bu noktada ve bu eksende devlet sınırlar çizer. Çizdiği sınırları da
sürekli olarak yeniden üretir, yani dinamik bir noktadadır. Sınırlar, toplumsal
olarak yalıtılmış, inşa edilmiş bir kategoridir. Eğer baştan
çıkarılamıyorsanız, yani sınırların dışında kalmakta diretiyorsanız sizi
bekleyen şey Bauman’a geri dönecek olursak bastırmadır. Devlet de
normalleştiremediğini ve düzeltemediğini bastırır. Bastırmanın ve sindirmenin
en temel aracı da gözetleme ve denetlemedir. Nitekim devlet normal dışı olarak
tanımladığı bireyleri gözetleyerek ve denetleyerek sınırları içine dâhil eder.
Gözetim ve denetimin temel aracı da kapatma kurumlarıdır. Bu kapatma
kurumları da Foucault’ya göre çifte bir tarzda işlev görür: Birincisi, ikili
ayrımdır (deli-akıllı, tehlikeli-zararsız, çalışkan-tembel). İkincisi ise
ayırıcı ve farklılaştırıcı dağıtım ( kimdir, nerede olmalıdır, nasıl
tanınmalıdır). Orhan Tekelioğlu ise hapsetme pratiğine ilişkin üç temel
unsurdan söz ediyor: Cinsellik, din ve kamu ahlakı… Bu üç yapıya iş gücü/emek
kavramını da eklemekte yarar var diye düşünüyorum. Bu dörtlü sadece bir iktidar
noktası değil, yeniden üretime tabi bir transfer noktasıdır. İşte devletin
çizdiği sınırların dayanak noktası ve temellendiği merkez bu dörtlü saç ayağıdır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta kapatma kurumlarının, nüfusun belli bir
kesimini dışlamanın-gözetim ve denetim altına almanın-baskı uygulamanın aracı
olarak indirgenemeyeceğidir. Çünkü devletin yapılandırdığı ve denetim altına
aldığı bu dörtlü olmadan gözetimden, kapatmadan ve sınırlardan daha doğrusu
hiçbir iktidar tekniğinden söz edemeyiz.
Bauman, Kaufmann’ın “bütünleyici topluluklar”
kavramından yola çıkarak sınırlar meselesine dair çözümlemeler yapıyor:
“Bütünleyici topluluk panoptik çağdan kalma bir kavramdır. Bu kavram bizi
onlardan, içerisini dışarıdan ayıran sınırı muntazaman çizme ve güçlendirmeye
yönelik düzenli çabalara gönderme yapar; bu çabalar yabancıların girişini
kısıtlayıp mensupları içeride tutmaya ve içerdekilerin normlarını çiğneyip
rutinin kıskaçlarını engellemeye yöneliktir. Netice de bu tek biçimliliği
teşvik etmeye ve davranış üzerinde katı bir sınırlama uygulamaya gönderme yapar.”
Bauman’ın bu sözleri, daha doğrusu “bütünleyicilik” kavramı bizi gözetime ve
içeride tutmaya, yani sınırların içine hapsedilmeye/dâhil edilmeye götürüyor.
Dolayısıyla özelleşmiş, sınırları çizilmiş bir alana ve muhafazakârlaşmış bir
yapıya… Bauman şöyle devam ediyor: “Geleneksel biçimiyle gözetim araçları;
dışlanmışların, tüketim toplumunun içine yeniden girişini önlemek ve
kovulmuşların taşkınlıklarına engel olmak amacıyla toplum periferisinde
kullanılıyor.”
Mesele dışarıda bırakma/sınırların dışında bırakma
gayretidir. Örneğin, Bauman’a göre yoksullar, bu sınır çizgisini geçememiş
olanlardır. Çünkü onlar tüketici veya tüketim toplumunun nesnesi değiller. Bu
sebeple onlar, devlet için gözetim altına alınması, denetime tabi tutulması,
bastırılması ve disipline edilmesi gerekenlerdir. Tıpkı eşcinseller,
anarşistler, sosyalistler, engelliler, suçlular gibi… Fakat burada farklı bir
durumla karşı karşıyayız. Sınır çizgisinin dışında kalanlar nasıl gözetim ve
denetim altında ise, sınırın içinde kalanlar da gözetim nesnesi haline
gelmiştir. Sınırın içinde kalanlar, örneğin Bauman’ın söylediği gibi
tüketiciler, tüketim toplumun vazgeçilmez unsurları ile tüketim toplumuna
bağlanırlar. Bu da onları sınır çizgisinin iç tarafına dâhil eder. Bir diğer anlamda
bu topluluklar komik bir şekilde kendi kendilerini gözetim altına sokarlar,
teşhir edilirler, yani tuzağa düşerler. Bu durum da post-modernizmin gözetim
meselesinde geldiği son noktayı, zirve noktayı işaret ediyor kanımca.
Son kertede, Klasik dönemden veya geleneksel
toplumdan modernizme, modernizmden post-modern döneme kadar uzanan süreçte
gözetim pratikleri daima sınırların dışında tutmaya/dışarıda bırakmaya aracılık
eder. Kendini mutlu toplum yaratma projesi olarak gören devlet çizdiği
sınırlara, yani kendi ifadesiyle toplumsallaşanlara karşılık, normal dışı
olarak adlandırdığı toplumsallaşamayanları kapatarak, denetleyerek ve gözetleyerek
dâhil etmez. Ayrıca bu süreçte sınırın iç tarafındakileri de gözetim ve denetim altına
almayı ihmal etmez. Böylelikle devlet aygıtı tek bir bakışla sınırın iç ve dış
tarafını görme kabiliyetine erişir.
Şu da unutulmasın ki siz devletin ve iktidarın çizdiği
sınırlar dahilinde bu oyunu oynuyorsanız, Coser’ın söylediği gibi ancak devlet
ve iktidar için “emniyet sübapı” olursunuz.
Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder