12 Mayıs 2012 Cumartesi


                                       AŞKIN VE AKLIN AHMAKLIK HALİ

Mutsuzluğun kaynağını hep akılda bulmuşumdur. Erasmus da bilmek mutsuzluktur derken akla rol biçiyordu elbette ki; ancak akıl denilen şey hep bir bilinmezlik yaratır, yani hep bir muğlâklık, muğlâklık hali ise daima ürkütücüdür. Bilinmeyenin korkutuculuğu vardır…
O yüzden hep kaçtık bilinmezlikten, çünkü hep muhafaza ettik ve hep bilinene yöneldik. Çünkü Mahçupyan’ın dediği gibi akıl muhafazakârdır. Muhafaza ettikçe hep sığındık, sığındıkça da yeraltına indik. Muhafaza ettiklerimiz ise Mead’in kuramındaki gibi dış benlerimizdi kuşkusuz… En çarpıcı olanı ise bu dış benlerin içinde aşka da yer verdik. Aşkı bir yere koymak gayretindeyseniz bu iç beniniz olmalıdır. Aşkı dış beninize yerleştirdiğinizde onu muhafaza etmeye çalışırsınız. Muhafaza ettikçe de sınırlar koyarsınız, sınırlar çektikçe de bunalırsınız bunaldıkça da ahmaklaşırsınız. Aşkı diğer dışsal olgulardan ayrı özel bir yere koyma gayretinde değilim; fakat aşkı dış bene yerleştirmek muhafazakârlıktır diyorum, onu muhafaza etme gayretidir. Yani bir anlamda ahmaklıktır. Dış benlerinizdeki hiçbir şey size ait değildir. Size ait olmayanın peşinden koşmak ise kendinizi aşağılamaktan başka bir şey değildir. İşte insan aklı da kendine ait olmayanın peşinden gider. Fakat kendi aklını yorumlayamaz. O yüzden diyorum ki, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir.  Mesele insana ait olanı keşfetmektir; fakat buradaki açmaz insan ait olanı akılla keşfedemezsiniz. Aklın kapasitesi sınırlıdır, akıl hep sizi peşinizden koşturur, yorar, adeta kumada eder. Akıl hep açıklama yapma gayretindedir, bazen kendinize bazen de karşınızdakine açıklama yapma çabasına girersiniz. Açıklama yaptığınız zamanda akla paralel olarak ya karşınızdakinin ya da kendi dış beninizin tutsağı olmuşsunuzdur. Akıl çünkü mantıklaştırma / mantığa bürüme faaliyetinin bir aracıdır. Kendinize hep bir şeyleri açıklamaya çalışırsınız, yani, hep bir şeyin nedenini aramak... Cevabı bulunca da rahatlar mutlu oluğunuzu, hayatın tüm şifrelerini çözdüğünüzü zannetmeye başlarsınız. Böylece de mutsuzluğun kaynağının akılda olduğunu unutursunuz. İnsan ise tek başına kalınca aklından kaçma gayretine girer, yani iç benine ulaşma çabasına… İnsanı yok eden şey ise diğer insanların varlığıdır. Çünkü size ait olmayan şeyler diğer insanlarda var olmaya çalışır. Siz de yukarıda söylediğim gibi size ve insana ait olmayan şeylerin peşinden gidersiniz, ahmakça ve kendinizi aşağılayarak… Aşka geri dönecek olursak aşkı muhafaza etmenin yolu ona ve karşınızdakine sınırlar koymaktan geçer. Nasıl ki muhafazakârlık ahmaklıksa, bu sınırları koydukça da aşkı yaşayamayacak kadar aptalsınız demektir.

Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr

15 Nisan 2012 Pazar


SİYASAL TOPLUM SİVİL TOPLUM İÇİNDE ERİRSE...

              Doğu Bloğu’nun iflasından sonra, bir büyük savaştan da zaferle ayrılarak kendini tarihin galibi ilan eden pazar ekonomisi ve onun öğretileri sivil toplumu da kendi kapitalist üretim ilişkileri ile uyumlu hale getirerek yeniden yapılandırmıştır. Reel sosyalizmin bu çöküşü sonrası küreselleşme ve neo-liberal politikalar odağında dünya siyaset sahnesi, serbest piyasa fetişizminin saldırısına maruz kalmış ve bu saldırılardan sonra yıkıma uğrayan ise referans noktalarından mahrum kalan adalet, eşitlik, dürüstlük gibi kavramlar olmuştur. Bu kavramların artık siyaset sahnesinden uzaklaşmasıyla birlikte liberal demokrasiler sivil toplum olgusunu bu değerlerden yoksun bir şekilde yeniden üretime tabi tutmuş ve bu süreçte liberalizm ve onun saldırılarını maskeleyen ise bireysel özgürlük, katılımcı-temsili demokrasi, çok kültürcülük ve (global) sivil toplum gibi kavramlar olmuştur.
              Kuşkusuz ki kapitalizm ürettiği bazı doğmaları normalleştirerek ve eleştiriye tabi tutmayarak topluma sunmaktadır. Nuray Mert’in Wall Street Journal’ dan aktardığı gibi: “Ortaçağ’da kilise, geçtiğimiz iki yüzyılda kilise neyse bugün şirket o.”  Kapitalizmin dogmatizmden kast ettiğim de tam olarak Orta Çağ’ın skolâstik düşünce yapısından ayrılmazlığıdır. Reel sosyalizm sonrası dünyadaki siyasal ve bilimsel literatürde ve kamusal alanda yeniden canlanan, sıkça dillendirilen sivil toplum kavramı da bu doğmaların bir ürünü olarak düşünülmelidir.
              Doğu Bloğu’nun çöküşü sivil toplum kavramını yeniden canlandırma, tartışılma ve anlamlandırma ihtiyacını doğurmuştur. Sivil toplum kavramının yeniden üretilmesinde Fuat Keyman refah devletinin krizi, post modernizasyon süreci, küreselleşme odağındaki neo-liberal politikalar ve Batı’daki “üçüncü yol” olarak bilinen siyasal akım ekseninde dört öğenin altını çiziyor. Bu ve benzeri aktörlerin yanında göz ardı edilmemesi gereken ise; sosyo-ekonomik kalkınma, sosyal eşitlik-adalet, temel hak ve özgürlükler alanındaki sorunları çözmede refah devletinin yetersiz kalışı, liberal demokrasilerin sivil topluma sarılmasını ve sivil toplumu yeniden diriltmesini gerekli kılmıştır. Bu doğrultuda sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları refah devletinin misyonunu üstlenen ve onun alanını daraltan ( alanına nüfuz eden) devlet dışı organizasyonlar olarak reel sosyalizm sonrası tarihteki yerini güçlendirmiştir. Son tahlilde de sivil toplum olgusu adeta liberalizmin sığındığı bir liman olarak refah devletinin kalkınma aracı haline gelmiştir. Çünkü sivil toplum ağı denilen mefhum refah devletinin ve liberalizmin çıkar ve amaçlarını idealize eden temel öğelerden biridir. Bu doğrultuda özellikle reel sosyalizmin ardından sivil toplum kavramının liberalizme işlevsel bir nitelik kattığını söylemek yerinde bir tespit olur kanımca.
              Sosyo- ekonomik ilişki kalıplarına, temel hak ve özgürlüklere müdahil olamayan sivil toplum anlayışından kapitalizmi güçlendiren ve liberalizmle uyumlu bir sivil toplum olgusunun ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü siyasal eylemlerinin meşruiyeti için sivil toplumun onayına ihtiyaç duyan devlet, sivil toplumun alanını ve eylemlerini belirler ve aralarında çatışmanın değil uzlaşının gerekliliği ortaya çıkar.
              Güçlenen neo-liberal ve emperyalist politikalar, iktidarların sivil toplumun taleplerini dikkate almasını engellemektedir. Böylece toplumun taleplerinin, özellikle sivil toplumun isteklerinin siyaset sahnesine ve sosyo-ekonomik alana taşınmaması, siyaset üzerinde belirleyicilik oluşturamaması Alev Erkilet’e göre sivil toplumun kapitalist dünya sistemi açısından en önemli işlevinin depolitizasyon olduğunun göstergesidir. Çünkü reel sosyalizm sonrası örgütlü siyaset, kitle grevleri, sözleşme gibi etkili baskı mekanizmaları tarih sahnesinden yok olma ile yüz yüze gelmiştir. Bu baskı araçlarından uzak bir sivil toplum ağı ise hiç kuşkusuz ki apolitik yapıda olacaktır. Çünkü Doğu Bloğu’ nun yıkılışından sonra oluşan tek kutuplu dünyada temel hak ve özgürlüklere, sosyal eşitlik ve adalete, insan haklarına yönelen sosyo-ekonomik ve sınıfsal sivil toplum istekleri yer almamaktadır.
              Liberalizmle yapılandırılan sivil toplum; bir anlamda kitleleri özgürce konuşan, seslerini yükselten hatta ve hatta örgütlenen bir sistematiğe oturtmaya çalışmaktadır. Fakat burada amaç, sivil toplumu yönlendirilebilen bir yapıya büründürmek ve kitlelerin gazını almaktır. Bunun oluşması için de Coser’ın emniyet sübapları kuramındaki gibi kitlenin nefret dalgalarının, yani çatışma alanlarının sistemi tahrip etmeden gazının alınarak/ boşaltılarak dışarı atılması gerekir. Dolayısıyla liberal demokrasiler kitlenin gazını/enerjisini sivil toplum dediği mefhum aracılığıyla alır ve bir anlamda sivil toplum sistemde yıkıcılığı frenleyerek bir kez daha kapitalizmin işlevsellik aracı haline gelir. Coser’ı diğer çatışmacılardan ayıran da işte bu çatışmanın işlevselliği meselesine odaklanmasıdır.
              Reel sosyalizm sonrası sivil toplumun bir diğer misyonu da bireyleri ve grupları özgürleştirmek değil adeta burjuva demokrasilerini güçlendirmek olmuştur. Küreselleşme, modern dünya, bilgi çağı, bireysel özgürlükler, sivillik, çok kültürcülük gibi kulağa hoş gelen kavramlar Batı’nın şekillendirdiği “ dünyalı, çağdaş, medeni” gibi sınıflandırmalar için birer kriter olarak gelişirken bu “dünyalılık” halinden temel hak ve özgürlüklerin, emeğin, üretenlerin, yoksulların nasibini almadığını görmekteyiz. Modernizmden ve sivil toplumdan ( sivillilikten)  payını alan daimi burjuvazi olmuştur. Ayrıca burada karşımıza çıkan tabloda sivil toplumun refah devlet modelinde, kendisini pazar ekonomisine ve kapitalist üretim ilişkilerine karşı konumlandırmadığını da görmekteyiz. Sivil toplum piyasa ekonomisini dönüştüremeyeceğine hatta böyle bir gayede olmadığına göre ve özellikle siyasal iktidarlara bir baskı \ çıkar grubu olarak var olamadığına göre ancak metalaşan sosyal hakların savunucusu halini alabilir. Bu noktada sivil toplum “özgürleştirici bir yapıda mı yoksa uyumlaştırıcı bir yapı da mı” sorusunun cevabı Sovyetler Birliği sonrası elbette ki uyumlaştırıcı sivil toplum olacaktır. Modern kapitalizmin biçimlendirdiği kavramlardan biri olan sivil toplumu siyasal toplumdan tamamen ayırmak; sosyo- ekonomik ilişkilere, temsiliyet anlayışına, sosyal haklara baskı \ çıkar grupları olarak müdahale edememekle eş değerdedir. Nitekim kapitalizmin temel gayesi siyasal toplumun sivil toplum içinde eritilmesidir. Bu durum Baudrillard’ın “toplumsallığın kitle içinde eritilmesi” postulatına benzemektedir. Baudrillard da toplumsallığın buharlaştığını ve yerine sessiz yığınlar dediği kitle kavramının geldiğini söylemektedir. Baudrillard’ın bu çıkış noktasının en anlamlı tezahürünü de sistemin toplumsallaşamayan kesimler olarak algıladığı nüfusu toplum hatta sivil toplum olarak adlandırma gayretine girmesidir. Günümüzün adı sivil toplum kuruluşları olan örgütlenmelerine baktığımızda sistemin daima dışında kalmış, yani sistem tarafından toplumsallaşamayanlar olarak adlandırılan engelliler, yaşlılar, eş cinseller, yoksullar, çalışan ve eğitim öğretimin dışında kalan çocuklar vb. kesimlerini görürüz ki bu kesimler toplum / sivil toplum potasında eritilmek istenmektedir. Yani sivil toplum, dışarıdakini içeriye dâhil etme, Baudrillard’dan yola çıkarsak kitleleştirme aracıdır.

              Emre Özcan
              eozcan@baskent.edu.tr

25 Mart 2012 Pazar



GÖZETİM, KAPATMA KURUMLARI VE SINIRLAR

Bauman, baştan çıkarılmaya uygun olmadıklarını kanıtlamış olanların bekleyebilecekleri tek şeyin, bastırma olduğunu belirtiyor. Bauman’ın Kierkegaard’dan ve Baudrillard’dan esinlenerek kullandığı baştan çıkarılmaya uygun olmayanlar, yani sınırların dışında kalanlar, yani ayartılamayanlar, Foucault terminolojisiyle söyleyecek olursak dışarıda kalanlar…
Pastoral döneme ait gözetim pratiklerinin temelinde; birinci olarak, yazının aracılık ettiği bilginin sistematikleştirilmesi ve kayıt sistemiyle nüfusun devlet denetimi altına girmesini, ikinci olarak ise ordu devlet işleyişinin getirdiği askeri kamp gibi yapılandırılan gözlemevlerini görmekteyiz. Aslında asıl gözetim pratiklerinin ortaya çıkışını feodalizm sonrası kapitalizme geçişle birlikte ortaya çıkan kapatma kurumlarıyla düşünmek gerekiyor. Modern dönem öncesine ait gözetim tekniklerinin neler olduğunun hala muğlâk ve bilenemez olduğunu söyleyebilirim. Uğur Dolgun’un dediği gibi Batı’daki kapatılma pratikleri, gözetimin modern anlamda kurumsallaşması açısından ilk evreyi oluşturur. Ayrıca şunu da eklemekte yarar var: Gözetim mefhumu, klasik ve modern dönemde kapatma kurumlarıyla özdeşleşirken post-modern dönemde ise tüketim toplumuyla birlikte ele alınmaktadır.
Feodalizm, bugün sadece tarihsel dönüşüm süreçlerinden biri olarak düşünülmektedir. Oysaki Marx’ın da dikkati çektiği gibi kapitalizmin ve modern toplumun çözümlemelerini ancak feodal yapıyı irdeleyerek yapabiliriz. Kapatma kurumlarının analizi için de kuşkusuz başlangıç noktası olarak feodalizmi seçmek gerekir. Feodalitenin çözülmesiyle kırsal alanda ikamet eden hareketsiz nüfus burjuva sınıfının ortaya çıkmasına paralel olarak oluşan kentlere bir anda göç etmeye başlamıştır. Orhan Tekelioğlu’nun belirttiği gibi daha önceden derebeyine çalışan nüfus; kentlerde işsiz, evsiz ve yoksul olarak kalakalmıştır. Bu doğrultuda bu nüfusa yönelik kiliselerin metafiziksel eksenli yardımı ile orta sınıfların seküler hayırseverlik anlayışı ortaya çıkmış ve hayırsever anlayıştaki bu iki yapılanma kentin yapısını bozan bu nüfusu barındırmada yetersiz kalmıştır. Oysaki kentlerde kaosa ve yasa dışılığa yol açan bu kitle,  denetim ve gözetim altına alınmak zorundaydı. Dolayısıyla yaşam tarzını ve entelektüel dünya görüşünü hakim kılma adına burjuva sınıfı çözümü kendi sınırlarının dışında kalan bu kitleyi bir kurum çatışında kapatmakta bulmuştu ki bu kurum L'Hôpital Général ( Genel Hastane) idi. Bu kurumda, burjuva sınıfı için sakıncalı ve zararlı görülen, yani sınırlarının dışında kalan bireyler gözetim ve denetim altında tutulmaktaydı, hapsedilmekteydi. Foucault, bu kurumdaki bireylerin temelde bedensel veya başka özürleri nedeniyle çalışamayan nüfustan oluştuğunun altını çizse de kurumda evsizler, deliler, hastalar, yoksullar, dilenciler, aylaklar, bohemler ve eşcinseller gibi burjuva sınıfına göre farklı özellikler taşıyan, dolayısıyla onların yaşam sınırlarının içinde kalamayanların hapsedildiğini belirtmekteydi. Kanımca modern anlamda gözetim ve denetim tekniklerinin vücut bulduğu ilk alan, ilk kapatma kurumu olarak belirlenen L'Hôpital Général ( Genel Hastane) ile başlamıştır. Bu da demek oluyor ki devletin; nüfusunu tanıma, onlara ilişkin verileri kurgulama, onları gözleme ve denetleme, dolayısıyla dışarıdakini içeriye dâhil etme, kendi sınırlarını çizme, toplumu homojenleştirme projeleri modern anlamda ilk kez kapatma kurumlarının kurumsallaştığı kapitalizme geçiş dönemine denk düşmektedir. Fransız Devrimi’nden sonra ise kurumsal ayrımlar başladı ve deliler tımarhaneye, suçlular hapishaneye vb. kapatılmaya başladı. Böylece, gözetim altında tutma, hizaya sokma, baskı ve denetim modernizmin çocukluk aşamasında emeğin-emek gücünün denetimi ile fabrikalarda ivme kazandı ve hastanelerden, hapishanelere, hapishanelerden eğitim kurumlarına ve elbette ki toplumsal yaşamanın her anına/her alanına kadar geniş bir yelpazeye uzandı. Artık Revel’in söylediği şekliyle; bireylerin zaman, mekân ve hareketin sistematik bir bölgesel düzenine göre uygulanan ve özellikle tutumları, davranışları, bedenleri kuşatan belirli bir sayıdaki zorlama tekniklerden oluşan disiplinci iktidar modeli / disiplinel toplum yerini modern manada gözetim toplumuna bırakmıştı. Dolayısıyla bedene yönelik baskı, cezalandırma ve denetim artık ruha yönelmeye başlamıştı.
Modernizmin en temel özelliği kendisine ait bir ötekiyi yaratıyor olmasıdır. Çünkü modernleşme, ontolojik kökenini “öteki” ye borçludur. Doğal olarak devlet mefhumu da aynı amacı gütmektedir. Nitekim her devlet modeli, (buna her toplum modeli de diyebiliriz) boyunduruğu altındaki nüfusun bazı kesimlerinin dışlanmasıyla, kısıtlanmasıyla işlev görür. Devletin toplumsallaşamayanlar olarak adlandırdığı kesim daima gözetim ve denetim nesnesi olarak, toplumsallaşanlar özellikle orta ve burjuva sınıf ise koruma nesnesi olarak görülmektedir. Sınırlar meselesinin de, gözetim ve denetimin de kapatılmanın da temeli işte bu cümlede yatmaktadır. Çünkü devlet denen aygıt normalleştirme ve düzeltme ( düzen getirme) temellerine oturur. İşte bu noktada ve bu eksende devlet sınırlar çizer. Çizdiği sınırları da sürekli olarak yeniden üretir, yani dinamik bir noktadadır. Sınırlar, toplumsal olarak yalıtılmış, inşa edilmiş bir kategoridir. Eğer baştan çıkarılamıyorsanız, yani sınırların dışında kalmakta diretiyorsanız sizi bekleyen şey Bauman’a geri dönecek olursak bastırmadır. Devlet de normalleştiremediğini ve düzeltemediğini bastırır. Bastırmanın ve sindirmenin en temel aracı da gözetleme ve denetlemedir. Nitekim devlet normal dışı olarak tanımladığı bireyleri gözetleyerek ve denetleyerek sınırları içine dâhil eder. Gözetim ve denetimin temel aracı da kapatma kurumlarıdır. Bu kapatma kurumları da Foucault’ya göre çifte bir tarzda işlev görür: Birincisi, ikili ayrımdır (deli-akıllı, tehlikeli-zararsız, çalışkan-tembel). İkincisi ise ayırıcı ve farklılaştırıcı dağıtım ( kimdir, nerede olmalıdır, nasıl tanınmalıdır). Orhan Tekelioğlu ise hapsetme pratiğine ilişkin üç temel unsurdan söz ediyor: Cinsellik, din ve kamu ahlakı… Bu üç yapıya iş gücü/emek kavramını da eklemekte yarar var diye düşünüyorum. Bu dörtlü sadece bir iktidar noktası değil, yeniden üretime tabi bir transfer noktasıdır. İşte devletin çizdiği sınırların dayanak noktası ve temellendiği merkez bu dörtlü saç ayağıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta kapatma kurumlarının, nüfusun belli bir kesimini dışlamanın-gözetim ve denetim altına almanın-baskı uygulamanın aracı olarak indirgenemeyeceğidir. Çünkü devletin yapılandırdığı ve denetim altına aldığı bu dörtlü olmadan gözetimden, kapatmadan ve sınırlardan daha doğrusu hiçbir iktidar tekniğinden söz edemeyiz.
Bauman, Kaufmann’ın “bütünleyici topluluklar” kavramından yola çıkarak sınırlar meselesine dair çözümlemeler yapıyor: “Bütünleyici topluluk panoptik çağdan kalma bir kavramdır. Bu kavram bizi onlardan, içerisini dışarıdan ayıran sınırı muntazaman çizme ve güçlendirmeye yönelik düzenli çabalara gönderme yapar; bu çabalar yabancıların girişini kısıtlayıp mensupları içeride tutmaya ve içerdekilerin normlarını çiğneyip rutinin kıskaçlarını engellemeye yöneliktir. Netice de bu tek biçimliliği teşvik etmeye ve davranış üzerinde katı bir sınırlama uygulamaya gönderme yapar.” Bauman’ın bu sözleri, daha doğrusu “bütünleyicilik” kavramı bizi gözetime ve içeride tutmaya, yani sınırların içine hapsedilmeye/dâhil edilmeye götürüyor. Dolayısıyla özelleşmiş, sınırları çizilmiş bir alana ve muhafazakârlaşmış bir yapıya… Bauman şöyle devam ediyor: “Geleneksel biçimiyle gözetim araçları; dışlanmışların, tüketim toplumunun içine yeniden girişini önlemek ve kovulmuşların taşkınlıklarına engel olmak amacıyla toplum periferisinde kullanılıyor.”
Mesele dışarıda bırakma/sınırların dışında bırakma gayretidir. Örneğin, Bauman’a göre yoksullar, bu sınır çizgisini geçememiş olanlardır. Çünkü onlar tüketici veya tüketim toplumunun nesnesi değiller. Bu sebeple onlar, devlet için gözetim altına alınması, denetime tabi tutulması, bastırılması ve disipline edilmesi gerekenlerdir. Tıpkı eşcinseller, anarşistler, sosyalistler, engelliler, suçlular gibi… Fakat burada farklı bir durumla karşı karşıyayız. Sınır çizgisinin dışında kalanlar nasıl gözetim ve denetim altında ise, sınırın içinde kalanlar da gözetim nesnesi haline gelmiştir. Sınırın içinde kalanlar, örneğin Bauman’ın söylediği gibi tüketiciler, tüketim toplumun vazgeçilmez unsurları ile tüketim toplumuna bağlanırlar. Bu da onları sınır çizgisinin iç tarafına dâhil eder. Bir diğer anlamda bu topluluklar komik bir şekilde kendi kendilerini gözetim altına sokarlar, teşhir edilirler, yani tuzağa düşerler. Bu durum da post-modernizmin gözetim meselesinde geldiği son noktayı, zirve noktayı işaret ediyor kanımca.
Son kertede, Klasik dönemden veya geleneksel toplumdan modernizme, modernizmden post-modern döneme kadar uzanan süreçte gözetim pratikleri daima sınırların dışında tutmaya/dışarıda bırakmaya aracılık eder. Kendini mutlu toplum yaratma projesi olarak gören devlet çizdiği sınırlara, yani kendi ifadesiyle toplumsallaşanlara karşılık, normal dışı olarak adlandırdığı toplumsallaşamayanları kapatarak, denetleyerek ve gözetleyerek dâhil etmez. Ayrıca bu süreçte sınırın iç tarafındakileri de gözetim ve denetim altına almayı ihmal etmez. Böylelikle devlet aygıtı tek bir bakışla sınırın iç ve dış tarafını görme kabiliyetine erişir.
Şu da unutulmasın ki siz devletin ve iktidarın çizdiği sınırlar dahilinde bu oyunu oynuyorsanız, Coser’ın söylediği gibi ancak devlet ve iktidar için “emniyet sübapı” olursunuz.

Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr

18 Mart 2012 Pazar



CHP VE MERKEZ-TAŞRA İKİLEMİ

Türkiye, bugünün İslam nüfusu ağrılıkta olan ülkeler arasında- yaklaşık elli ülke- Batı ideallerini hayata geçirebilme yeteneğine sahip kuşkusuz ki yegâne ülke konumundadır. Sevan Nişanyan bunun sebebini, bu ülkeler arasında sadece Türkiye ve İran’ın yüz yıldan daha fazla süredir bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesine ve hukuk, siyaset, sosyo-kültürel eksende köklü bir tarihsel geçmişe sahip olmasına bağlamaktadır. Diğer İslam ülkelerinin birçoğu sadece son yüzyılda dünya sahnesindeki yerini almıştır. Dolayısıyla Batı’nın gerek kurumlarını gerekse yaşam tarzını işletebilecek belki de tek Müslüman topluluk tarihsel geçmişi açısından Türkiye’dir; ancak bu postulatı gerçekçi kılan unsur Türkiye’nin Kemalist Modernleşmesi değildir. Bunun sebeplerini Nişanyan, Anadolu’nun Batı ile kültürel ve ticari alış-verişinin yoğun olması, Osmanlı’da yaşayan Gayri-Müslüman nüfusun fazlalığı, İslam alemindeki ilk temsili parlamentonun ve yazılı anayasanın Osmanlı’da görülmesi başlıklarında özetliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı ile münasebetinin ve Batı’ya açılma sevdasının kökenleri Tanzimat Fermanı’nı da düşünürsek modernizmi takiben Osmanlı Dönemi’ne dayanmaktadır. Böylelikle Türkiye’nin Kemalist Modernleşmesi kuşkusuz bu toprakların Batı’ya dönük ilk yüzü değildir.
Türk Modernleşmesi, şüphesiz Batı’daki gibi burjuva devrimleriyle olmamıştır. Buna özgün durumlardan en temeli feodal üretim tarzına sahip Orta Doğu ve Asya topluluklarının buna olanaklı olmamasıdır. Fakat kanımca hiçbir cumhuriyet kendisini feodal bir devlet yapısının devamı olarak nitelendirmez. Çünkü cumhuriyet aynı zamanda tıpkı modernizmin geleneksellikten kopuşu temsil ettiği gibi geçmişten radikal bir kopuşu temsil etmelidir. ( Ayrıca bu konu tarihsel süreklik ve kopuş meselesidir ki ancak başka bir yazıda ele alınabilinir.) Yedi yüz yıldır her sene İstanbul Fethi’nin kutlamaları, Osmanlı Devleti’nin borçlarının ödenmesi, Ermeni Tehciri gibi noktalar ve daha niceleri bize Fikret Başkaya’nın tabiriyle eski şarabın yeni şişeden sunulduğunu gösteriyor.
Kemalist Modernleşme batılılaşma ideasını altı ilkesinde sistematize etmiş ve bu ilkeler Türkiye Cumhuriyeti’nin öz ve özgül yapısını belirleyerek Cumhuriyet Halk Partisi’ne taşıyıcılık ve koruyuculuk yükümlülüğünü vermiştir. CHP ise çok partili dönemden sonra hiçbir zaman tek başına iktidar olamadığı için bu topraklarla kurucu ideoloji arasında bir doku uyuşmazlığı olduğunu gözler önüne sermiştir. Tabloyu da daha da netleştirmek gerekirse Türkiye’nin kurucu partisi olan bir partinin hiçbir zaman seçimle tek başına iktidara gelememesi gerçekten derinlemesine analiz gerektiren bir meseledir. CHP hiçbir zaman seçimle tek başına hükümet olamasa da ordunun uzantısındaki pozisyonu ve İttihat-Terakki geleneği bakımından daima iktidar olmuştur esasen.  Şimdi ise yeni oluşan AKP Devleti’nde CHP, değerli hocam Aziz Şeker’in belirttiği gibi muhalefet olma becerisini sergileyebilecek midir, hatta ve hatta iktidar olma tahayyülünü gerçekleştirebilecek midir?
Koray Çalışkan, adı Hüseyin olan bir siyahînin ABD Başkanı olduğu bir dünyada CHP’nin de tek başına hükümet olabileceğini öngörüyor. Fakat burada muhalefet olmayı yeni yeni öğrenen CHP’yi tarihin tozlu raflarına kaldırılan Kemalizmin altı ilkesinden bağımsız düşünmek olanaklı değildir. CHP’den beklenen sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini benimsemesidir; ancak ulusal bir partinin, yani yerel bir ideolojinin ilkeleriyle yapılandırılan bir partinin sosyal demokrasinin evrensel ilkelerine ulaşması kanımca pek mümkün değildir. Ayrıca Türkiye’nin muhafazakâr-milliyetçi taşra yapısı CHP’yi tek başına hükümete taşıyacak bir odak değildir. İşte bu noktada Kemalist Modernleşmenin, taşraya yeni ve bağlayıcı kimlikler yükleme kurgusu veya misyonu başarısızlıkla sonuçlandığı için CHP kendi halkını asla yaratamamıştır. Çünkü merkez ile yerel arasındaki sosyo-ekonomik ve kültürel mesafe birbirinden çok uzaktır. Kemalist Modernleşme bu mesafeyi daraltmak adına yıllardır taşrayı modernleştirmek ekseninde merkezi yerele taşımaya çalışmıştır ve başarısız olmuştur. Fakat AKP hükümeti ise yereli merkeze taşıma gücünü sergileyerek yereli merkezi bir güç haline getirmiştir. İşte temel mesele de temel fark da burada yatmaktadır.
                Giriş bölümünde belirttiğim gibi Kemalist Modernleşme, Batı ideallerinin ve modernizmin birincil ve özgün taşıyıcısı değildir. Bu misyonu, taşrayı dönüştürme veya merkezi taşraya taşıma düzleminde sahiplenmesi Kemalizm ve onun ilkelerini benimseyen CHP ile taşra arasındaki mesafeyi daha da açmıştır. İkincisi ise Kemalist Modernleşme’nin Osmanlı’dan bütüncül ve radikal bir kopuşu sergileyememesi taşrayı yeniden, topyekûn yapılandırmasını olanaklı kılmamaktadır. Bunun en temel sebebi de Kemalizmin asla ve asla yeni bir insan ve yeni bir toplum modeli yaratma yetisine sahip olmamasıdır.

                Emre Özcan
                eozcan@baskent.edu.tr

10 Mart 2012 Cumartesi


  AKP VE MERKEZ-TAŞRA İKİLEMİ

                              Merkezden uzaklaştıkça gerçeğe yaklaşırsınız…
                                                                                                                                 Michel Foucault

Taşrayı en iyi betimleyen kelimelerden birinin “öfke” olduğunu düşünüyorum. Bu öfke kuşkusuz ki dışlanmanın, yok sayılmanın, kenara itilmişliğin, merkez olamamanın, marjinalleştirilmenin doğurduğu bir öfke. Tanıl Boran’nın Tarık Buğra’dan yaptığı alıntıya istinaden “yok sayılmama açlığı” …  Kanımca merkezde yer alma çabasının, merkezden daha da uzaklaşma ile sonuçlandığı bir öfke… Nurdan Gürbilek’in söylediği gibi merkez karşısında içinin boşaldığını hissetme duygusu. Nurban Gürbilek böyle söylüyor; ancak ben merkez tarafından içinin boşaltıldığını hissetme duygusu diyorum.
Modernizmin en temel özelliği kendisine ait bir ötekiyi yaratıyor olmasıdır. Çünkü modernleşme, ontolojik kökenini “öteki” ye borçludur. Kurgulanan bu “öteki” ise içinin boşaltıldığı bir ötekidir. Tıpkı Kemalist Modernleşmenin yaratmaya ve içini boşaltmaya çalıştığı “öteki” ler gibi veya Foucault terminolojisi ile söyleyecek olursak “içeride” ve “dışarıda” olma hali... Fakat unutulmasın ki gerçek dışarıdadır, yani merkezin uzağındadır.
Taşraya da eğer modernizmin merkezinden bakarsanız modernleşememiş bir öteki görürüsünüz. Uygarlıktan nasibini alamamış, hurafelere inanan, görmemiş, cahil, kaba-saba bir ötekilik durumu… Nasıl ki “iyi” nin tarifi “kötü” , “çirkin” in tarifi “güzel” üzerinden yapılıyorsa “taşra” nın tarifini de “merkez” den hareketle yapmıştır Türkiye’nin Kemalist modernleşmesi. Dolayısıyla taşra, kendini “merkez” den yola çıkarak tanımlamak zorunda bırakılmış, merkezin bakışları altında hep ezilmiş ve dışlanmıştır, yani bir “öteki” lik psikolojine mahkûm edilmiştir. Şükrü Argın’ın söylediği ise; nasıl ki Türk Modernleşmesi, kendisine model aldığı Batı karşısında taşra konumundaysa aynı Türk Modernleşmesi de kendi taşrasına karşı Batı’nın durduğu pozisyonda durmaktadır. Yani burada Türk Modernleşmesinin ikiyüzlü konumuna dikkat çekilmektedir. Batı’nın bir anlamda ötekisi konumunda olan Türkiye ve Ortadoğu toplumları karşısında, Kemalist Modernleşme kendi ötekisini de Anadolu taşrası olarak belirlemiştir.
Kemalist Modernleşme yapılanma sürecinde, büyük şehirlerden bir iktidar kuşatması gerçekleştirirken taşranın gelenekselliğini ise bertaraf edip Batı’dan aldığı ideallerini taşrada da hayata geçirme düşüncesindeydi. Bunun en somut örneğini de taşrayı modernleştirme projesinin bir ürünü olan Köy Enstitüleri’nde görmekteyiz. Burada bir parantez açmakta yarar var: Kemalist Modernleşme, hiçbir zaman dine karşı cepheden ve doğrudan bir tutum sergilememiştir. Temel mesele, devlete bağlı modern bir din ve modern milliyetçilik gömleğini taşranın üzerine oturtma çabasıydı ki bu çaba başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Fakat taşra Kemalist Modernleşmeden ziyade giderek muhafazakârlaştı ve milliyetçileşti. Peki, buradaki açamaz neydi? Yani taşrayı milliyetçiğin ve muhafazakârlığın merkezi yapan madem Kemalist Modernleşme değil de neydi? Buradaki ana motif; Orta ve Doğu Anadolu’nun devlet eliyle mülk edinme, devlet tarafından istihdam edilme, azınlıkların / gayri Müslümanların mallarına sahip olma talepleri ile Türk ve Sünni olmayanları dışarıda bırakma arzuları taşranın devlet ve devlet ideolojisiyle örtüşmesini sağlıyordu. Bu örtüşme 1946 seçimlerinde Demokrat Parti'nin, anti-komünizmi taşranın vazgeçilmezi kılmasıyla taçlanmıştır. Taşra bu bayrağı, AP ve daha sonra da MNP-MSP’ye bırakmıştır. Böylece 1946’ da siyasi arenaya çıkan taşra, bu güne kadar Türk siyasetinin birinci aktörü, belirleyicisi konumuna gelmiştir. Nitekim Türk Siyaseti’nin inişlerini, çıkışlarını belirleyen daima taşra olmuştur diyebiliriz. Turgut Özal dönemi ile de taşra artık zenginleşen ve zenginleştikçe güçlenen, güçlendikçe de merkeze yaklaşan, merkeze yaklaştıkça da küreselleşen bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla 12 Eylül ve ardından 28 Şubat süreci taşrayı merkeze iten bir güç olmuştur.
Turgut Özal döneminde zenginleşen taşra, taşra burjuvasının partisi olarak da AKP’yi belirlemiştir. AKP’nin ise AB-D’ den aldığı siyasal güç taşradan aldığı politik, ve sermaye gücüyle birleşmiştir. AKP de taşradan aldığı bu güce karşılık onların taleplerini merkeze taşıyarak cevap vermiş ve aralarında kanımca ayrılması imkânsız bir bağ oluşmuştur. AKP taşranın taleplerini, yaşam biçimini, kendini ifade etme tarzını hatta ve hatta sanat ve estetik anlayışını da merkeze taşımıştır.
2012 yılında ise şunu gayet net bir şekilde söyleyebiliriz ki: Taşra ve taşra burjuvazisinden küllenen AKP, artık tek merkez güç haline gelmiş ve devlet olmuştur.


Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr





4 Mart 2012 Pazar


              
SANAL DÜNYANIN SANAL GERÇEKLİĞİ

İnsanoğlu’nun Ay’a ayak basmasının izlendiği sırada, olayı izleyen insanlar böyle bir şeyin mümkün / gerçek olamayacağını söylüyorlar. O ana tanık olmak için orada bulunan Susan Sontag da onlara: Peki ama inanmıyorsanız neden izliyorsunuz? diye soruyor ve şu yanıtı alıyor: Biz televizyona bakmaya / televizyonu izlemeye gelmiştik…
Baudrillard’ın Sontag’dan yaptığı bu alıntı gerçekten inanılması güç bir hikâye… İnsanların o tarihsel ana tanıklık etme sebebi ekrandan yansıyan Ay’a değil, Ay’ı gösteren ekrana bakmak…
Gerçeklik dediğimiz şey bir tutkuya, bir düşe, bir hayale veya fantasma dönüştüğünde var olabilir. Çünkü Baudrillard’ın söylediği gibi düşleri elinden alınmış bir dünyada gerçeklik egemen olabilir mi? Artık insanoğlunun Ay’a çıkabileceğinin düşü, tutkusu bile yok edilmiş durumda, yani, sanal bir hakikat tarafından eleminize edildi ya da anamorfoza[1] uğrayarak sanal bir yanılsama içinde kayboldu. Dolayısıyla gerçekliği yok eden şey arzunun/ düşün sanal bir hakikat tarafından yok edilmesidir.
Günümüzde ekranların, göstergelerin ve görüntülerin çoğalmasıyla bir yanılsamaya veya sanal bir hakikate boğulmuş durumdayız. Bu ekranların en temel işlevi ise gerçekliği ortadan kaldırmak, bazen görüntüyü asıl gerçek haline dönüştürmek ve bizi gerçeğin içeriğinden mahrum bırakmaktır. Nitekim ekran ne söylerse söylesin ne gösterirse göstersin biz gerçeğe karşı ulaşamaz veya korumalı bir pozisyona itiliriz. Tıpkı Sontag’ın Ay hikâyesinde olduğu gibi düşleri çalınmış olarak o ana tanık olanlar ekran tarafından gerçeğe ulaşmaz bir konuma hapsedilmiştir.
Baudrillard; video, aktif ekran, internet gibi interaktif süreçlerin artık izleyiciler ile ekran arasındaki mesafeyi yok ettiğini söylüyor. Baudrillard’ın bu tespiti aklıma sanal dünyayı veya sosyal medya denilen mefhumu getirdi. İnsanların düşlerini-hayal kırıklıklarını, hüzünlerini-mutluluklarını, gizlerini, özlemlerini, günlük faaliyetlerini ve kendilerini bir bütün olarak isteyerek ve bilerek gözetim altına soktukları, yani kendilerini bir anlamda teşhir ettikleri küresel dünyanın vazgeçilmez o mefhumunu… Acaba insanlar bu paylaşımlarını kimlerle yapıyorlar, kestirmeden söylersek sadece bir ekranla…
Arzularını, düşlerini, gizlerini, mutsuzluklarını, mutluluklarını sanal araçlarla sergileyen insanlar Baudrillard literatürüyle söyleyecek olursak imgeleşirler ve ekran ile kendileri arasındaki mesafeyi yok ederler. Bir diğer anlamıyla söylemek gerekirse o ekranın artık dışında değil, içinde olmaya başlarlar. Bu durumda tüm bu duygularını kendi iradeleri ve istekleriyle yukarıda söylediğim gibi sanal bir hakikate teslim ederler, yani yok ederler, yani adeta o duyguların gerçek olmadığını bize ispat ederler. Çünkü duygularınızı sanal bir ekrana teslim ettiğinizde o gerçeklik olmaktan çıkar.
Dolayısıyla görsel ve sanal bir dünyanın adeta kucağına otururlar, yani sanal dünya ile bütünleşirler, eşitlenirler, makinalaşırlar, onun parçası olurlar ve tek özgürlükleri o ekranın diledikleri zaman açıp kapayıcısı olmalarıdır.
Ekran ve görünümler dünyası bir unutturma, adeta hafıza silme projesidir. Baudrillard buna yapay bellek yaratma diyor. Ekranda gördüğümüz şeyler kuşkusuz ki gerçeklik değildir ve bir yanılsamadan ibarettir. Baudrillard ekran ve görünümler dünyasını, unutturma projesi ve yapay bellek yaratma olarak ele alıyor. Ben ise buna denkleştirme projesini ekliyorum. Çünkü ekranda gördüğünüz nesneler veya haberler ardından gelen bir sonrakine denk kılınır. Örneğin; bir savaş haberini ve ölen insanları izledikten sonra kanalı değiştirip eğer bir tuvalet kâğıdı reklamı izliyorsanız bu ikisi hafızanızda denk bir algı yaratır. Veya aynı savaş haberini ve ölen insanları internetten okuduktan sonra başka bir link’e tıkladığınızda karşınıza aniden çıkan mağaza reklamları gibi…
Çünkü ikinci izlediğiniz reklamlar veya magazin haberi birinci izlediğiniz savaş haberini Baudrillard’a göre unutturur. Kanımca, unutturmakla kalmaz ikinci izlediğiniz magazin haberlerinde oluşan algı ilk izlediğiniz savaş haberlerindeki algıyla denk konuma gelir, yani eşitlenir.
Son kertede, asıl gerçeklik dediğimiz şeyi belirleyen kanımca ekranla, görünümlerle, göstergelerle veya sanal dünyayla aranıza koyduğunuz mesafeyle ilişkilidir. Bu mesafe ortadan kalktığında artık o ekranın içinde yer alıyorsunuz demektir, yani maddi / asıl gerçeklikten uzaklaşıp düşlerinizi yok eden sanal / yalancı bir hakikate teslim olmuşsunuzdur ki artık duygularınızda gerçekliğe dair en ufak bir kırıntı bile kalmamıştır.



Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr



[1] Optikte, görüntünün boyutlarının çarpıtılması ya da ilk biçimi… Eğik bir ayna aracılığıyla ya da dönüştürüm planı dışında yeniden oluşturulabilen bir nesnenin optik veya geometrik bir yöntemle tanınmayacak biçimde dönüştürülmesi.

26 Şubat 2012 Pazar


UTANÇ VE BEDENİN AİDİYETİ

Steve McQueen’in 2008 yılında bir başyapıt niteliğinde olan ilk uzun metrajlı filmi Hunger, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun liderlerinden Boby Sand’ın yoldaşı bir rahiple ‘bedenin kime ait olduğu’ üzerine yaptığı uzun tartışmanın yer aldığı bölüm ile sonlanıyordu. Rahip Moran, ‘bedenin tanrıya ait’ olduğunda ısrar ederken Sand ise kendisine ait olduğunu ve gerekirse bedenin bir silaha dönüşebileceğini öne sürüyordu. McQueen’in ikinci filmi ‘Shame’ ise aynı tartışmayı üç yıl sonra yeniden bambaşka bir dünyada gündeme taşımış gibi görünüyor ki yine Hunger’daki gibi Shame’de de başrolde Michael Fassbender’ı görmemiz bu tasarımın bir kompartımanı gibi duruyor. Şenay Aydemir’in söylediği gibi, sanki konuşmanın bir yerinde Boby Sand, rahibe dönerek “Peki diyelim ki burada değiliz. Bedenlerimiz tutsak değil. Kapitalizmin başkentinde New York’ta tüketimin hazzının dehlizlerinde kaybolmuş, seks bağımlısı bir adamız. O beden kime aittir?” diye sormuş da filmde yeni bir pencere açılmış gibi. 
Evet film; satın alamadığı ve karşılığını ödeyemediği hiçbir şeyden haz alamayan, manzaralı-yüksek camlı-perdesiz evinin onda sadece seksi çağrıştıran, üst düzey yöneticisi olduğu şirketteki bilgisayarı porno siteler yüzünden bloke olan, kimseyi bulamadığı zamanlarda mastürbasyon yapan ve hayatında hiçbir zaman kalıcı ilişki kuramamış ‘seks bağımlısı’ Brandon’un açtığı pencereden ilerliyor ve Brandon’un ansızın evine yerleşen kız kardeşi Sissy ile film tam anlamıyla kaotik bir yapıya bürünüyor diyebiliriz. Brandon’un iktidar ve statü gücü olmaksızın herhangi bir ilişki kurma yeteneğini yitirmiş olan günlük hayatı, bir tür ‘kaybeden’ olarak gördüğü kız kardeşinin varlığını kaldıramıyor ve utanç, sorgulama,  (kaybettikleriyle) yüzleşme Brandon için işte o zaman başlıyor. Brandon tüketim toplumunun bir parçası olabilmiş bir karakter iken, Foucault literatürüyle söyleyecek olursak içeride var olan, kız kardeşi ise dışarıda var olan bir karakteri canlandırıyor. Son kertede, iki kardeş arasındaki çatışmanın ve uyuşmazlığın eksenini “içeride” ve “dışarıda” olma durumunun oluşturduğunu görmekteyiz.
Steve McQueen’in, Hunger ve Shame’de derin Foucault okumalarıyla boğulduğunu öngörebilmekteyiz. Fakat McQueen’in bu okumalarda eksik ve muğlak bıraktığı bazı yerleri aydınlatmakta yarar var. Öncelikli olarak, Hunger ve Shame arasında bir davam niteliği taşıyan geçişin olduğunu, Hunger’ın bittiği yerden Shame’in başladığını tahayyül ederek düşünebiliriz.
Foucault episteme meselesinden yola çıkarak tarihi kronolojik olarak üç aşamada inceler: Orta Çağ / Rönesans Dönem, Klasik Dönem ve Modern Dönem…
Rönesans Dönemi Anoloji, Klasik Dönemi Temsil Epistemesi, Modern Dönemi ise Antropoloji ile çözümlemeye çalışan Foucault, bir tarihsel dönemden bir başka tarihsel döneme geçişte “şeylerin” artık aynı tarzda algılanmaması, betimlenmemesi, ifade edilmemesi, sınıflandırılmaması ve bilinmemesi gerektiğini “süreksizlik” kavramıyla açıklar. Buradan yola çıkarsak bilimler, bilgi kuramsal biçimler ve söylemsel pratikler arasındaki ilişkilerin toplamı olan epistemenin de bir süreksizlik arz ettiğin vurgulayan Foucault, bedenin de iktidar teknolojileri doğrultusunda her dönemde farklı şekillerde denetim ve tahakküm alına alındığını belirtir. Örneğin; Klasik Dönem boyunca beden, iktidarın nesnesi ve hedefi olarak manipüle edilen, biçimlendirilen, terbiye edilen bir yapıda kapatma kurumlarına eklemlenirken Modern Dönem’de ise beden kabaca, kitle olarak ele alınmaktan ziyade ayrıntıda işlenen, onun üzerinde ince baskılar uygulanan, mekanik düzeyde hareketler, jestler ve tavırlar düzleminde zapt edilen bir görünüme bürünmüştür. İşte McQueen de bedeni ele alırken veya beden kime ait tartışmasını yaparken, Hunger’da olduğu gibi en temel kapatma kurumlarından biri olan hapishanedeki cezalandırma ve itiraf ettirme aracı olarak bedene uygulanan şiddeti betimliyor, ( yani Klasik Dönem) Shame’de ise kapitalizmdeki tüketim ve arzu nesnesi haline gelen bir bedeni imgeleştiriyor ( yani Modern Dönem).
Ayrıca şunu da belirtmekte yarar var: Hunger filmiyle bedene yönelen ceza Shame filmiyle ruha yönelmiştir. Dolayısıyla bu iki film arasındaki geçiş, bedenin Klasik Dönemden, Modern Döneme uzanan yolculuğudur.
Son kertede, iki film arasındaki Foucault’cu süreksizliğin McQueen tarafından iyi tahlil edildiğini söylesek de modernizmin beden üstündeki denetimi ve tahakkümü, McQueen’in yaptığı gibi ne salt olarak kapitalizmin satın alınabildiği ölçüde var eden büyülü tüketim ve arzu toplumuyla ne de psikanalizin ana temaları olan ve insana dair bütün bilgilerin koşullarını biçimlendiren ölüm, arzu ve yasa üçgeniyle karakterize edilebilinir. Özetle ve kabaca söylemek gerekirse Foucault’ ya göre beden, ona doğal ve özsel bir cinsiyet fikri yükleyen söylemsel pratikler olmadan cinsiyetli bir varlık değildir ve beden, söylem içinde ve iktidar ilişkileri bağlamında cinsiyetli bir varlık olma anlamını kazanmaktadır. Bu minvalden yola çıkacak olursak, beden üstündeki denetim ve tahakkümün yanı sıra bedenin cinsiyetli olma durumunun sistematiği, mikro-iktidar analizlerinden kapatma kurumlarına kadar uzun bir yelpazenin ürünüdür ki zaten cinsellik bilgi ve iktidarın işleyiş biçimidir.
Foucault bio-iktidar aracılığıyla kısıtlanan, baskılanan, denetim ve tahakküm altına alınan cinsel davranışlardan; modernizmin tanımladığı cinsiyet alanlarının dördünün incelenmeye değer olduğunu düşünür: Histerik kadın, mastürbasyon yapan çocuk, Malthusçu çift ve sapkın yetişkin….
Brandon, bu dört alandan kuşkusuz ki seks düşkünü ve hayatın her anında seksi kurgulayan bir sapkın yetişkini sembolize ediyor. Fakat şunu göz ardı etmemek gerekir ki Foucault’a göre: “Modern toplumların özgüllüğü, cinselliği gölgede kalmaya zorlamaları değil, onu tek, biricik giz olarak öne çıkarmak yoluyla, kendilerini sürekli cinsellikten söz etmeye zorlamalarıdır.” Çünkü modernizmde, cinsellik üzerindeki kısıtlamalar salt olarak söylemsel pratikler üzerinde kalmaz ve cinsel davranışlar üzerinde daimi bir denetim uygulanır. Örneğin; cinsellik ebeveynlerin yatak odalarına hapsedilir, cinsellik belirli kurallarla zaman ve mekansal denetime tabi tutulur, evliliğin yükümlülüğü haline getirilir. Brandon da seksi; tüm saldırganlığıyla, manzaraları perdesiz evinin camlarına ve sokak köşelerine taşıyarak modernizme ve onun kısıtladığı cinsel davranışlara meydan okurcasına yaşamaktadır. Bu perspektiften bakarsanız Brandon’un tüketim ve arzu toplumunun bir parçası olduğunu gözden kaçırabilir ve kendinizi statükocu bir konuma sokabilirsiniz. Zaten Foucault bile Sartre tarafından sistemi ifşa eden pasif duruşuyla sistem yanlısı ilan edilmiyor muydu?
Eğer bedeni cinsiyetli yapan şey onu denetimi ve tahakkümü altın alan iktidar/ iktidar teknolojileri ve bilgi ise kapitalizmdeki en temel iktidar tekniği kuşkusuz ki onun arzu ve tüketim nesnesi haline dönüştürülmesidir. Fakat bu kestirmeci analiz bir anlamda mikro- iktidar tekniklerini, disiplinel toplumu ve kapatma kurumlarını gözden kaçırmak manasını taşımaktadır ki McQueen’in filmi de bu anlamıyla indirgemeci bir anlayışa da hapsolmuştur diyebiliriz. Çünkü beden kime aittir sorunsalı hiçbir tarihsel zaman diliminde ve mekanda kestirmeci bir cevaba olanak tanımamaktadır.
Not: Brandon’un metroda karşısında oturan bir evsizden gözlerini, adeta bir korku ve telaşla hızla kaçırarak evli ve mini etekli bir kadına yönelttiği sahne, bir anlamda gerçekliğe kapanan gözlerin arzu ve fanteziye açılışını betimliyordu.  Tıpkı insani ve vicdani değerlerden gözünü kaçırarak yok sayanların / yokmuş gibi davrananların kendi ucuz ve basit dünyalarına yöneldikleri gibi…

Emre Özcan
eozcan@baskent.edu.tr